featured

Bir Tuz Hikâyesi

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

M. Adil ÇETİN Araştırmacı – Yazar

Fotoğraflar: Hüseyin P. ÇETİN

Yıl 1936… Hassa ve çevresinde halkın büyük bir kısmının geçim kaynağı hayvancılık ve kısmen de kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar ziraatçılıktır. Osman Yanar amcamız 1925 doğumlu, Söğüt köyü sakinlerindendir, şimdilerde Hassa merkezde ikâmet etmektedir.

Osman amcamız ve babası Velinoğlu Memet de hayvancılıkla uğraşmaktadır. Kışı Söğüt köyünde geçirirler. Baharla birlikte hayvanlarını otlatmak ve yayla yapmak için Amanosların zirvelerine çıkarak Eylül ayına kadar Mığır dağının altındaki Gücük yaylasında yayla yaparlarmış.

Osman amca ile zaman zaman çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadığı ve gördüğü olaylarla ilgili sohbetlerimiz olmuştur. Bu dağlarda adım atmadıkları yerin kalmadığını iç çeke çeke bize anlatırdı. Hatay’ın ve Hassa’nın o yıllardaki sosyo-ekonomik durumu, günümüze kadar olan değişiklikler, yaşadıkları yerin tabiat yapısı ve çevre güzellikleri hakkında sohbetler yaparak hatıralarını anlattırmaya çalışırdık.

O, bizlere Söğüt, Yoluklar ve Karafakılı köylerinin Fransız’a teslim olmadıklarından tutun da Türkiye’ye katılmalarına varıncaya kadar birçok konuda bilgi verdi. Bu üç köyün, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan (30 Ekim 1918), 30 Haziran 1930 tarihine kadar nasıl bağımsız yaşadığını ve yapılan mücadeleleri anlatırken o yılları yaşar gibiydi.

Bir sohbetimizde de bize Fevzipaşa’ya tuz almaya gittiklerini anlattı. Hayvancılık yapanların belli aralıklarla hayvanlara tuz verdiklerini, ancak çoğu zamanlar insanların yemeklere dahi atacak tuz bulamadıklarından bahsetti. Fevzipaşa’ya kadar çevrenin güzelliklerinden bahsetmeden de geçemedi. Bundan sonrasını Osman amcamızdan dinleyelim:

“Mayıs ayında bize şimdi ismini hatırlayamadığım bir misafir geldi, sohbet sırasında babama;

– Velinoğlu Memet, bu hayvanlar tuzsuz kalmışa benziyor, tuz işini ne yapıyorsunuz, deyince babam da;

– Biz yemeklere tuz bulamıyoruz hayvanlara nasıl tuz verelim, verirsen tuz yerler vermezsen böyle idare edip gidiyoruz, dedi.

Hayvanları seyreden misafir babama dönerek;

– O zaman sana bir tuz yeri salık vereyim, oğullarından birini bir hayvanla gönder tuz getirsin, dedi. Babama İslâhiye’nin az ilerisinde yer alan Fevzipaşa’da tuz bolluğundan bahsetti.

Babam bir süre bunu kimseye söyleyemedi. Çünkü ‘falan yerde tuz çok’ dese, bunu duyan çoğu insan zor şartlar içerisinde Fevzipaşa’ya gider de eli boş dönerse bize sitem ederler, küfrederler düşüncesiyle bir süre sesiz kaldı. Hayvanların da tuza ihtiyacı olduğunu hiç aklımızdan çıkarmıyorduk.

Bir gün babam, Bağarası dediğimiz yerde köyümüzün eşrafından Gökızların Hasan Toprak’a rast gelir. O da tuz işini ne yaptığını sorunca, babam tuz yerini söyler. Hasan amcanın tuz getirmeye istekli olduğunu görünce babam;

– Sizin Mahmut’la benim Osman birlikte gitsinler tuz varsa alıp gelsinler, tuz yoksa da döner gelirler, der.

Haziran ayının ortalarına doğru ben eşekle, Mahmut da katırla sabah gün doğmadan Söğüt köyünden Fevzipaşa’ya doğru yola koyulduk. Ben 12 yaşlarında, Mahmut 19 yaşlarında idi. Kendimi güvende hissediyordum. Çünkü gideceğim yeri ben bilmiyordum, Mahmut da bilmiyordu, ama o tam bir delikanlı idi.

Köyümüzden Hassa’ya giden yol Bağarası denilen yerden geçerdi. Bağarası, bölgede üzümün yetiştirildiği tek yerdi. O yıllarda, bugün bağcılığın ileri seviyeye geldiği İslâhiye ve Hassa’da bağcılık yoktu. Bağcılık Söğüt’ten bölgeye yayıldı. Bağarası’nda şitti, azezi, dökülgen, iri kara (mahrabaşı), yufka kabarcık, ağ üzüm gibi üzüm çeşitleri vardı. Bu bağların ne zaman dikildiğine dair kimsede sağlıklı bilgi yoktu. Nenem Ayşe Hatun, 1957 yılında 105 yaşında vefat etti. O, çocukluk yıllarında buraların hep bağlık olduğunu, babasının ve dedesinin de bu bağların ne zaman dikildiğini bilmediğini söylerdi.

Kurt ulumalarının, çakal pavlamalarının çok olduğu bir yürüyüşün sonunda, sabah güneş doğmaya az bir zaman kala, Hassa’ya girdik. Burada biraz dinlendik, kahvaltı için azık torbamıza konanlardan yiyerek Antakya’dan Maraş’a giden “Ulu yol” denilen patikadan yeniden yola koyulduk. Yolçatı’na gelmeden yolumuz ormanın içerisine girdi, her taraf pelit ormanı idi. Gözle görülen her yer ağaçlıktı. Şimdiki Yolçatı’nda hiçbir ev yoktu, yol burada çatallanır Kilis’e ayrılırdı. Yolumuza devam ettik, Sulumağara ve Haltannı köylerinin (şimdiki Altunüzüm kasabası) altından İslâhiye yönüne doğru geçtik. Böyle sıklıkta bir ormanlık ancak bizim dağlarımızda vardı. Yüksek ağaçlarla kaplı bu ormanda çakal, kurt, tilki, sırtlan, tavşan, keklik, domuz, ayı gibi her türlü yaban hayvana sık sık rastladık. Ben korkmuyordum çünkü yanımda Mahmut silahıyla güven veriyordu.

İslâhiye yakınlarında, insanı ürküten ormanın bittiği Karapınar köyünün yakınlarında biraz mola vererek dinlendik ve hayvanlarımızı yemledik. Kırıkçalı köyünün alt tarafından geçerek beş altı bin nüfusa sahip İslâhiye’ye girdik. İstasyon mevkiinden geçerek Fevzipaşa’ya yöneldik. Yolumuz bugünkü Türkbahçe köyünün altından geçiyordu. Ancak burada yol suyun içerisine gömülmüştü, her taraf göl gibiydi, suyun içerisinde biraz ilerledik, su derinleşmeye başlayınca geçemeyeceğimizi anladık ve geri dönerek gölün doğu kısmında yer alan taş ve kayalık olan leçeye yöneldik. İkindi vakti Fevzipaşa’ya ulaştık. Akşam olmadan dönme arzusunda olduğumuz için fazla eğleşmedik, istasyon yakınlarında tuz yığınlarını görünce yorgunluğumuz da gitmişti. Kilogramı 12 kuruştan 80 kilo tuz ben aldım, Mahmut da 130 kilo alarak hayvanlara yükledik, bir an önce İslâhiye’ye gelerek geceyi geçirmeyi düşünüyorduk, ancak geç kaldık ve gölün doğu kenarındaki leçelik yerde hava karardı. Orada bir gece konakladık, azıklarımızı çıkararak yedik, hayvanlarımızı otlattık. Sabah tan yeri ağarırken hayvanlara tuzları tekrar yükledik yola koyulduk.

Zaman zaman hayvanlarımızı dinlendirerek ikindi vakti Hassa’ya, akşam vakti de köye ulaştık. Halk bizdeki tuzu görünce nereden aldığımızı sordu. Çoğu insan Fevzipaşa’ya giderek tuz getirdi ve tuz satmaya başladı. Bundan sonra Hassa ve çevresinde tuz kıtlığı çekilmedi. O yıllara kadar tuz Antakya’dan getirilirdi. Köylere belli istihkaklar verilirdi, tuzun ve gazyağının geldiğine dair köylere tellallar çıkarılırdı. Ama çoğu zaman, tuzu bizler yine göremezdik, yemeklerimiz bile tuzsuz pişirilirdi.”

Sırası gelmişken Osman amcaya, Hassa-Kırıkhan arası yolun o yıllardaki durumunu sorduk, bize şu bilgileri anlattı:

“Çocukluk yıllarımızda Bağarası’nda yetişen üzümleri çoğu zaman Kırıkhan’a götürür satardık. Hassa ile Aktepe arasında dar bir patika yol vardı. Bu bölgede babamın ve nenemin çocukluk yıllarında sık ormanlığın olduğunu duymuştum. Ancak bizim çocukluk yıllarımızda orman hep kesilmiş, yok edilmişti. Fransızlar Hatay’ı işgal edince trenlerini çalıştırabilmek için sürekli odun alırlarmış. Çoğu köyler geçimini ormandan odun keserek sağlardı. Belli kalıplarda kesilen odunları Fransızlar satın aldığı için kısa bir zamanda bu bölgedeki orman yok edildi. Fransızlar, odunları taşımak için Tahtaköprü’den, şimdiki Ardıçlı köyüne ulaşan bir de tren yolu yaptırmışlar. Bu tren yolu Hassa’nın altından geçerdi. Fransızlar çekildikten sonra bu tren yolu, 1940 yılına kadar, halk tarafından sökülerek yok edildi ve tarlalara katıldı.

Hassa-Aktepe arasındaki yol 1940’lı yılların başlangıcında Türk Silahlı Kuvvetlerinde geri hizmetlerinde çalıştırılan gayrimüslim askerlere kazma-kürekle yaptırıldı. Aktepe-Kırıkhan arasındaki yol ise Fransızlar tarafından 1920 ile 1930 yılları arasında bölgede yaşayan halka yevmiye usulü yaptırılmıştır. O yol biraz daha genişti.”

Osman Yanar amcamıza, anlattığı ve bize verdiği bu kıymetli bilgilerden dolayı teşekkür ettik, ona sağlıklı ömürler diledik. Bir başka sohbetimizde de Fransızlarla yapılan mücadelelerde bu köylerde yaşanılanları anlatması dileklerimizle yanından ayrıldık…

 

 

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
Bir Tuz Hikâyesi

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir